top of page

Başöğretmen Atatürk & Geometri

Ebedi Işığımız Mustafa Kemal Atatürk’ün askerliği, devlet adamlığı, halkçılığı, milliyetçiliği, devrimciliği gibi kendisinde biriktirdiği pek çok özellik, dikkatimizi çekmektedir. Eminim pek çok insanımız, ulu önderimizin yaptıklarına itibar etmiş, nasıl yapmış, ne zaman yapmış, hangi şartlar altında yapmış gibi detaylarla, ilgi duydukları konuları araştırmışlardır. Vefatının üzerinden 87 yıl geçtiği halde, arşivlerden çıkan her yeni bilgi ve belge ile de, Atamız hakkında, her gün yepyeni şeyler öğrenmeye devam ediyoruz.

 

Atamızın 1936-37’de kaleme aldığı bir ‘Geometri Kitabı’ olduğu yaklaşık elli yıl kadar önce yazılmış, hatta tekrar basılmış.  Ancak bir on sene kadar önce, internette tekrar keşfedilerek, bu bilgi hızla yayılmıştı. Bilenleri elbette tenzi ederek, ancak benim gibi bilmeyenlerin idrak ettiği yeni bir bilgiydi. Daha sonra bu kitabın taranmış kopyaları da geçtiğimiz yıllarda yayınlandı. Yazılan, sadece kırk dört sayfalık bir geometri kitabı değildir. Bu kitapta aynı zamanda, kendisi tarafından önerilen toplamda yüz yirmi dokuz (129) yeni ‘Türkçe’ geometri terimi kullanılmıştı.

 

Kısaca konuya yabancı olanlar için; bu geometri kitabının neden yazılması gerektiğini, Atamızın, o günlerdeki önceliklerine ve mesaisine de bakarak, burada hatırlayalım;

 

Atatürk, Elazığ seyahati esnasında Sivas’a, 13 Kasım 1937 tarihinde geldiklerinde, yanında Kültür Bakanı Saffet Arıkan, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Sabiha Gökçen, İsmail Hakkı Tekçe ve yaveri Naşit Mengü bulunuyorlardı.

 

Atatürk, lise müdürü matematik öğretmeni Ömer Beygo ve başyardımcısı, felsefe öğretmeni Faik Dranaz ve öteki ilgililerle birlikte, doğrudan doğruya liseye geldiler. Burada ilkin 4 Eylül 1919’da tarihsel kongrenin toplandığı kongre salonunu ve özel odalarını gezdiler, duygulandılar.

 

Sonra, topluluk halinde lisenin 9/A sınıfında programdaki geometri (o zamanki adıyla Hendese) dersine girdiler. Bu derste bir kız öğrenciyi tahtaya kaldırdılar. Öğrenci, tahtaya çizdiği koşut iki çizginin, başka iki koşut çizgisiyle kesişmesinden oluşan açıları Arapça adlarını söylemekte zorluk çekiyor ve yanlışlık yapıyordu. Bu durumdan etkilenen Atatürk, tepkisini:

 

“Bu anlaşılmaz Arapça terimlerle öğrencilere bilgi verilemez. Dersler Türkçe yeni terimlerle anlatılmalıdır.” diyerek tebeşiri eline alıp tahtada ‘zaviye’nin karşılığı olarak “açı”, ‘dılı’nın karşılığı olarak “kenar”, ‘müselles’in karşılığı olarak da üçgen gibi Türkçe terimleri kullanarak, bir takım geometri konularını ve bu arada Pisagor (Pythagoras) teoremini anlattı.

 

ree

 

Atatürk, bugünün dilimizdeki karşılığı koşut olan ‘muvazi’ kelimesinin yerine, kullandığı ‘paralel’ teriminin kökenini açıklarken, Orta Asya’daki Türklerin, kağnısının, iki tekerleğinin bir dingile bağlı olarak duruş biçimine ‘para’ adının verildiğini anlatır.

 

Büyük Önderimiz Atatürk, bu dersle aynı zamanda Kültür Bakanına ders kitaplarının birkaç ay içerisinde Türkçe terimlerle yeniden yazılıp bütün okullara ulaştırılmasını buyurdular.

 

Farklı kaynaklarda Atamızın bu geometri kitabını 1936’da yazmaya başladığını ve 1937’de tamamladığı bilgisi veriliyor. Kitap, 1937’de Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yazar adı konmadan yayınlanmış, 1971 yılında da ikinci baskısı Türk Dil Kurumu tarafından çıkarılmış. Bu tekrar baskısında TDK Başuzmanı Agop Dilâçar’ın, kitabın başına yazdığı önsöz de eklenmişti. Atatürk’ün yeni sözcük ve terimleri, gelen ziyaretçileriyle paylaştığı, eleştirileri daima memnunlukla karşıladığı, ve bu yeni terimlere bir deneme hakkı tanıdığını, amacının daima daha uygun’a doğru ilerlemek ve önerilen değişiklikleri haklı görünce, ‘hemen benimsediği’ belirtilmektedir.

 

Bugüne kadar okuduklarımızdan anladığımız kadarıyla Atatürk, çok değişik işlerle aynı anda meşgul olabilen, farklı disiplinlerde çalışıp üretebilen (bugünkü deyimle multidisipliner), aynı anda birden çok hedefe yürüyebilen birisidir. 1936 – 37 yıllarındaki kronolojik olarak çalışmalarına bakarsak;

 

TBMM’de birbirinden önemli yaşamsal değere sahip kanunlar çıkarırken, (Bankacılık Kanunu, İş Güvenliği Kanunu, Bayrak Kanunu, Emniyet Teşkilatı Kanunu, Ankara'da Bir Tıp Fakültesi Açılması Hakkındaki Kanun, Türkiye Cumhuriyeti Ziraat Bankası’nın kurulması hakkındaki kanun gibi) çeşitli fabrikaları kurup, yenilerinin temellerini atarken, kimi işletmeleri, limanları veya demiryollarını devlet bünyesine katarak millileştirirken, Üniversitelerde yeni fakülteler açarken, uluslararası arena da Montrö Boğazlar Antlaşmasını, Sâ'dâbat Paktını imzalarken, aynı süreçte de Hatay’ı ülkemize katarken, tüm bu olup biten içerisinde iç siyasetle ilgilenirken, oturup bir de geometri kitabı yazmaktadır. Gözlerimiz Ata’mızın ışığı ile kamaşıyor ama karşımızdaki neticede bir insandır, ancak şüphesiz ki, eski Türk deyişiyle, Atatürk, ‘bilgelerin bilgesi bir kamil insandır’.

 

Peki bu Bilge Öğretmenimiz, neden özellikle ‘geometri’ kitabı yazmıştır? Tüm insanlık için, ‘geometri’ elbette ayrıcalıklı bir bilimdir. Ancak 1935 yılında ülkenin pek çok eskimişlikle ve eksiklikle mücadelesi vardır. Atatürk, “çok eksiğimiz vardır, o halde bu geometriden şimdilik uzak duralım” dememiştir. Durum buyken, Türk’ün yeni neslinin sağlıklı gelişebilmesi için, özellikle bu noktada, ek bir efor harcanmasını, demek ki çok gerekli görmüştür.

 

ree

 

Kaynaklara bakarsak, özellikle eğitim sürecinde Arapça ve Farsça dersler kaldırıldığı halde, diğer ders kitaplarında bu yabancı lisandan terimlerin kaldığını görürüz. Bu da öğrenime olumsuz etki etmektedir.

 

1937 yılından önce öğrenciler, matematiği ve diğer bilimleri Osmanlıca terimlerle öğreniyorlardı. Daha doğrusu öğrenmiyorlar, Arapça terimleri ezberliyorlardı. İşte, Atatürk, okula ziyareti esnasında da bu durumu yerinde görmüş ve tespitinde yanılmadığını anlamıştır. Aslında bu okul ziyareti de onun yaptığı pek çok okul ziyaretinden sadece birisidir. Kendisinin genellikle Matematik ve Geometri derslerine girdiğini biliyoruz.


Kendi yazdığı bu Geometri Kitabında ‘boyut, uzay, yüzey, düzey, çap, yarıçap, kesit, yay, çember, teğet, açı, açıortay, iç ters açı, dış ters açı, taban, eğik, kırık, çekül, yatay, düşey, dikey, yöndeş, konum, üçgen, dörtgen, beşgen, köşegen, eşkenar, ikizkenar, paralelkenar, yamuk, artı, eksi, çarpı, bölü, eşit, toplam, orantı, türev, alan, varsayım’ gibi terimler, kendisi tarafından üretilip konmuştur.

 

Atatürk, aslında Üçüncü Türk Dil Kurultayı (24-31 Ağustos 1936)’ndan sonra bu kitabı yazmaya başlamıştır. Ancak kendisi ‘geometri’ üzerinde çalışırken, matematik, fizik, kimya, biyoloji, zooloji, botanik, jeoloji gibi konularda da çalışmalar yürütmüştür. Tüm bu temel bilimler diyebileceğimiz alanlarda kullanılan yabancı kökenli terimler (Arapça, Farsça, Fransızca) tespit edilmiş ve bunlar tüm literatürün %70’ine denk geldiği görülmüş. Bu sebeple, bu yönde de bir nevi seferberlik yürütmüş ve tüm bu dallarda, yeni Türkçe terimler ürettirmişti. Türk Dili Belleten Dergisi’nin Ekim 1937 tarihli sayısında, 5. Türk Dil Bayramı etkinleri de yer almaktadır. Bu sayıda; yukarıda bahsedilen temel bilim alanlarında kullanılan, Osmanlıca ve Fransızca terimlerinin ‘Türkçe’ karşılıkları, listeler halinde yayınlanmıştır.

 

Aslında Atamız, vasfı gereği, bellidir ki, tüm yurttaşların hakim olacağı bir lisana, onları yöneltmektedir. Bu lisandaki terimlerin ezberlenmesi ise, onun gerçek niyetine ulaşmasında, ciddi bir engeldir. Atamızın aklındaki ‘Yurttaşlar, bu lisanı hem ‘yazabilmeli’, hem ‘okuyabilmeli’, hem de ‘anlayabilmelidir’. Başka bir açıdan bakarsak; Ata’mıza gelen ziyaretçilerine en çok sorduğu soru, onların ‘düşünceleridir’. Bir görüşmesinde; “ezberlemek eskinin tekrarıdır, ‘düşünce’ ise üretebilmektedir”, diye ifadesi var. İşte Ata’mız tarafından, Türk halkına layık gördüğü, bilinçli bir tercih olarak istediği şey, yurttaşların ‘düşünmesidir’. Konu, sadece ‘geometri’ nin öğrenilmesi olsa, elbette Arapçasıyla da veya Farsçasıyla da, bir şekilde milletin içerisinden öğrenebilen küçük bir kesim çıkacaktır. Ancak esas gaye bundan farklıdır.

 

Onun asli hedefi, birbirine görünmeyen bağlarla bağlı bir yapıdır. Yönetimi ‘Cumhuriyet’ olan bir ülke kurmuştur. Burada yaşayan milleti oluşturan insanların ‘vasıfları’, bu Cumhuriyeti ileri götürecektir. Dolayısıyla, birinci dünya savaşı sonundaki gibi, Almanların yaptığı yanlışa düşmemiş, eskiyi tahkim etmemiştir. Tamamen yepyeni bir sistem kurmuştur.

 

Bu yeni sistemde insanlar, okuyabilmeli, yazabilmeli, düşünebilmeli yani üretebilmelidir. Bunlar olurken, insanların önü, eskisi gibi dogmalarla, gericilikle kesilmemeli, açık fikirli olunmalı ve bilimden feyz alınması, açıkça tercih edilmektedir. Yaşadığı savaşlar boyunca, cephe hattında dahi kitap okumayı bırakmayan birisi olduğunu biliyoruz. Fikriniz olması önemlidir ancak fikri hayata geçirmek çok meşakkatli bir iştir. Bu bakımdan, aklın engellerle mücadelesini değil, onu geliştirecek fikirlerle yoğrulumasını hedeflemektedir.

 

Bunlardan daha da önemlisi, insanların ‘eşit olması’ meselesidir. Yani ayrıcalıklı kan bağı ile ortaya çıkan bir seçkinler kulübünü kendisi red etmektedir. Sadece bu seçkinlere hitap eden yabancı bir ‘lisan’, aslında bu seçkinlerin bile en yüksek potansiyellerine varmasında bir engeldir.

 

ree

 

Pisagor Teoremi, sayfa 34

 

Mustafa Kemal Yıldırım Orduları Komutanlığından alındığında, tam olarak Osmanlı toprakları işgale uğradığı sırada, İstanbul’a varmış, Haydarpaşa’daki istasyonun merdivenlerinden inerken, İngiliz Zırhlılarının boğaza girişlerini görmüştür. Takiben, başkentte yaptığı pek çok görüşmesinde, üst düzey makamlarda oturanların, nasıl bu kadar ‘kör’ olabildiklerine şaşmaktadır. Onların, neden kendisi için apaydınlık olan gerçekleri göremediklerini sorgulamaktadır. Çünkü bu kişiler, kendi öz vasıflarından birisi ile düşünmemektedirler. Elbette, farklı bir lisanda çalışarak bilgi ve görgünüzü arttırabilirsiniz, ancak ‘ürettikleriniz’ daima kendi lisanınızdadır. Kendi lisanınızı ‘üretmek için‘, yani ‘düşünmek’ için kullanmıyorsanız, bir şey üretmeyen dimağlar gibi pas tutacaksınız demektir, olaylar ancak canınız yandığında, belki fark edeceksiniz ki o da çok geç olacaktır.

 

Dolayısıyla Osmanlı’daki bu son dönemin seçkin kişileri, son kırk-elli senedir devam eden savaşlarda, kendi kişisel gelirlerini ön planda tutmaktan başka bir işe yaramamışlardı. Kendi gelirleri azalmasın diye, tüm işler, liyakattan uzak kişilere, yani aslında tanıdık ve akrabalara vermekteydiler. Bu ve benzeri tutumlar ise koca bir Millete felaketi yaşatmış, imparatorluğu bitirmişti.

 

Osmanlı Sarayını işlemez duruma getiren ve devleti bitiren insanların en büyük ortak özellikleri ise ‘zengin’ olmalarıdır. Zamanın zenginliği ‘imtiyazlara’, ‘kapitülasyonlar’a ve ‘ayrıcalıklı ticaret anlaşmalarına’ bağlıdır. Ata’mız kendi seçkinliklerini, milletin faydasına değil, ancak bir ‘zenginleşme’ aracına dönüştürenlerden haz etmediği için, uzak durmuştur. Bu kişilerin hitaplarında ‘fakir Türk’, ‘cahil Türk’ tanımları yapmaları, kanına dokunmaktadır. Bu hitaplar ve olaylar, aslında hemen her sömürge tarzı ülkelerde gözüken, asli unsurları bir aşağılama yöntemi ve psikolojik olarak bastırma metodu olduğunu bu gün sosyolojik ve tarihi çalışmalardan biliyoruz. Bu konudaki, seçkin kişilerle olan meselesini, dikkatli gözler, kaçırmamıştır. Özellikle Türk Dilini geliştirmesinde ve hitaplarda bu konuya el attığını görebiliriz. Eski Orta Asya Türkçesinde, ‘Bay’, ‘zengin’ demektir. Bay ve Bayan kavramlarını Türk halkına tanıtarak, bir anda herkese ‘zengin’ lakabı takılmış, aslında milletin fertleri arasında manevi yönde bir eşitlik, bir denklik kurmuştur.

 

Bu şekilde gerçekten fakir olanlarda (ki bu milletin neredeyse tamamıdır), bu Cumhuriyet’te kendilerini aşağılanmış hissetmeyecekler, bunu hissetmedikleri için yaşama, üretime ve sanata katılacaklar, katıldıklarında ise kaçınılmaz olarak üreteceklerdir. Hatta, halkın kendi içerisinde eşit olması, kadınların dahi eşitliğini, kapsamaktadır. Bunun da altını çizmemiz lazım. Osmanlı’da kadınların büyük kısmı okullara gönderilmiyor ve idadiyi (liseyi) bitirenler dahi, üniversiteye alınmıyordu. Çünkü eski sistem ‘dini’ bahane olarak kullanıyordu. Örnek olarak, Osmanlı Sıhhiye Meclisi kadınların ‘hekim’ olamayacaklarına dair bir mazbata çıkarmıştı, 1900’lerin başında. Bu mazbatada ‘Kadınların’ evlenip, aile kurduktan sonra, mesleklerine devam etmeyecekleri, fakülteye girmenin “iffet ve ahlak” değerlerini zedeleyeceği, erkek hastaları muayene etmemeleri ve anatomi diseksiyonlarına da katılmamaları gerektiği belirtilmişti. İstanbul Darülfünunu Tıp fakültesine kız öğrenci almıyordu. Güdülen politika, en berrak şekilde ‘cahil annenin çocuğu da cahil olmalı’ şeklindeydi.

 

Atamızın, bu millet için tahayyül ettiği gayesine, bulduğu en büyük çözüm ise, kadınlar dahil halkın geniş kesimlerinin, kendi öz lisanlarında eğitilmesidir. Bu sebeple, öncelikle yeni jenerasyonlara, gerçek cevheri, yani kendi özlerinde bulunan ‘Türk lisanını’ açığa çıkarmakta ve gençlerin bu lisanda eğitim almalarını teşvik etmektedir. Geometride ve diğer ana bilimlerde Türkçeleştirmeye gitmesinin en önemli sebebi budur diye, tespit edebiliyoruz. 

 

Önemli bir noktayı etüd ettik ve gerçeğe çok yaklaşmamıza rağmen, halen Atatürk’ün neden ‘geometri kitabını’ yazdığına daha tam olarak dokunamadık.

 

Bu noktada ‘geometrinin özüne dönerek konuyu inceleyelim. Latince Geometria, ‘geo’ yeryüzü ve ‘metron’ ise ölçüm demektir. Her şeyi yabancı bir kültürde aramamıza gerek de yoktur. Bugün dünyanın en seçkin üniversitelerinde bilge’nin tanımı; “yüksek erdemlere sahip olan bir kişinin hareketleri ve kararları’ olarak tanımlanmaktadır. Yani güçlü erdemlere sahip olmalı, yüksek ahlaki bir seviyede olmalı ve bunların yanında dünyevi bilgilere de sahip olabilmeliyiz. Yani bilge’nin ‘ge’ hecesiyle anlatılan burada geo ’dur, dünyadır, yani dünyanın bilgisine sahip olunmalıdır. Bu özel bilgi, dünya üzerinde yaşayan tüm canlıları ve cansızları kapsar. İyonyalılardan okuduğumuz miras gibi, aslında, maddenin ortaya çıkması için, önce bilinç seviyesinde ‘kavramsal bir yapı olmaksızın hiçbir şey yaratılamaz’ prensibi ile hareket doğmaktadır. Kadim Türkçe lisanında geometriye bakarsak, ‘O’nun dünyasının ölçüleri’ anlamına gelir. ‘O’ diye bahsedilen tahmin edeceğiniz üzere, Yaratıcıdır.

 

Geometri, antik dünyada mutlaka öğrenilmesi gereken, ‘yedi bilimden’ biri ve diğer altı bilimin de temelidir, Geometri olmaksızın diğerleri çok açık bir şekilde olamazdı. Pisagorcuların ilk yaptıkları işlerden birisi, geometriden ‘müziğin’ temellerini üretmiş olduklarını hatırlayabiliriz. Günümüzde bile çoğu kişi matematik ve müzik kelimelerini yanyana duyunca bir anlam veremiyor. Matematik ve müziğin birbirleriyle bağlantılı olduğunu düşünmezler. Bugün biliyoruz ki Mozart’ın çoğu piyano sonatı , Beethoven’in 5. senfonisi matematikteki altın oranla oluşturulmuş şaheserlerdir. Eski Yunan'da müzik, 4 ana bilim dalından biri olarak kabul edilmişti. Pisagor Okulunun – Quadrivium - Dörtlü Müfredata göre, Müzik; Aritmetik, Geometri ve Astronomi ile aynı düzeyde kabul görmüştü.  Bu dörtlü, diğer üç bilimle yani ‘trivium’ ile beraber 7 ana bilimi oluşturmuştu.

 

Bilim ve özellikle geometri ve astronomi/astroloji, çoğu ortaçağ bilgini için doğrudan ilahi olanla bağlantılıydı. Bu çizimini gördüğümüz resim, 13. yüzyıl el yazmasında gözüken ‘pergel’, Tanrı'nın Yaratılış eyleminin bir simgesidir. Tanrı evreni geometrik ve harmonik ilkelerden sonra yaratmıştır, bu ilkeleri aramak, dolayısıyla Tanrı'yı aramak bir anlamda ona ibadet etmektir. Etimolojik olarak içinde Yaratıcı Tanrı‘yı da barındıran ‘geometri’, yeryüzünün yapısı hakkında bilgi vermektedir. Ancak Geometri, aynı zamanda ‘gökyüzünün’ de yersel bir ifadesidir. Bu bağlamda geometri evrenin bir metaforudur, bir bakıma antik bilgilerde yer alan; “göklerde olan kutsal düzenin, aşağıya indirilmesidir”. Tarihsiz zamanlarda bir bilge, çember açarken göklerde ‘zodyak’ ile ifade edilen kutsal çemberi, yeryüzüne indirerek çalışma yapmaktaydı.

 

Geometri olmaksızın, diğer bilimlerin olamamasının sebebi, aslında başlangıçtan önce, yani büyük patlama Big Bang’den önce Tanrı’nın ilk yarattığı olgu olmasında yatar. M.Ö 4. yüzyılda yaşamış Yunanlı filozof ve matematikçi Platon da “Geometri Yaratılış öncesi de vardı” diyor. Bu yüzden ‘Geometriye’ başlarken, hiçlikten yaratılma anına bakmamız lazım.

 

Tanrı’ya atfedilen Geometrinin parmak izleri, gerçek matrisin bir yönü olarak, doğal dünyada her yerde, karşımıza çıkar. O halde başlangıca yani ‘Bing Bang’e, hatta, hemen öncesine dönmemiz gerekiyor. Evrenin yaratılmasından hemen önce, var olmayan şeye sadece boşluk diyeceğim. Ancak, o anda, bu boşluk bugün tanımladığımız ‘uzay’, değildir. Zaman ve mekanın olmadığı o özel anda, Tanrı tarafından, az sonra yaratılacak olan evrenin yapı taşları, ‘hareket edebilmesi gerektiği’ gerçeğini ele alalım. Bu yüzden Bing Bang’in hemen öncesinde, o anda var olmayan boşluğun, en geç yaratılma anından kısa bir süre önce dahi olsa tanımlanması gereklidir. Yani Geometri her şeyin başlangıcından önce ilk yaratılandır.

 

Gerek dünyevi bilginin, gerekse metafizik bilginin, kadim Türk Bilgeliğinin veya diğer evrensel bilgeliklerin altında daima ‘geometri’ yatmaktadır. Bir nevi geometriyi bilmek, üç boyutlu düşünebilmek demektir. Görünmeyenlerin ardındaki bağı anlayabilmek demektir. Bu dünyanın, gerçek anlam ve önemine vakıf olabilmek demektir. Gerçekçi olabilmek, mevcut durum tespitini doğru yapabilmek demektir. Yani doğruyu tespit etmek ve zordaki için çıkış noktasını bulmak demektir. Maddeler arasındaki oranların tespiti demektir. Bu bilgiler ise, bizi eylemde ‘doğruya ve güzelliğe’ taşır. Örnek olarak Orta Çağ’dan beri inşa edilen devasa mabetlere bakarsak, kutsal olarak yaratılmış dünya ile uyumlu bir rezonans yaratma bilinci ile tasarlanmaları gerekiyordu. Geometri ise, yaratılışın başlangıcında maddenin dünyasıyla tanrısal dünyanın kavşağındaki mistik bir simgedir. Bu gizemli bilgelik, kutsal mimarinin detayları üzerinde, sınırsız bir etkiye sahipti. Eski taş ustalarının, büyük ve kalıcı sırrını oluşturmuştu. Tüm insanlığın, en müthiş abidelerini üretmişlerdi. Onlar, Arıya bal veren bir çiçekte, bir kuşun kanatlarında, bir sineğin gözünde, bir kar tanesinde, arının peteğinde ya da deniz kabuğunda, Tanrı’nın ölçülebilir yasalarını bulmuşlardı.

 

İşte Başöğretmenimiz Atatürk, tam bir ‘Türk Bilgesi’ gibi hareket etmiştir. Bu özümüze uygun, bilgece bir eylemdir, yani olayların öncesini ve sonrasını, başka olay ya da durumlarla olan ilişkisini dikkate alarak, çok boyutlu ve bütünlükçü düşünmek, akan zamanın ve koşulların da değerlendirmeye alınması demektir. Bu çok emek harcanması gereken bir yerdir. Konuya geniş perspektiften bakabilmek, diğer bir deyişle, üç boyutlu ölçebilmek, dört boyutlu görebilmek, olayları diğer karakterlerin gözünden incelemek gibi çoklu bağlantıları değerlendirmekle ilgilidir. Elbette bu işler gerçek dünyada, burada yazdığımız kadar basit de değildir.

 

İşte Başöğretmenimiz, tüm bunları ve belki daha da fazlasını biliyordu. Yani kurduğu ülkenin insan kaynağı için Geometri bilmek, Yurttaş olabilmek ve Yurttaş gibi davranabilmek için kritik önemdedir. Bu yüzden, kurduğu Cumhuriyetimiz, zamanında dünyanın borç almaksızın en hızlı büyüyen ekonomisi olur. Ebedi Işığımız Atatürk’ün, teknolojik olarak ‘kağnı’ seviyesindeki bir halk ile dünyaya ve insanlığa örnek zaferler üretebilirken, cahilliğe, yobazlığa, ihanete ve tüm parasal ve teknik zorluklara rağmen, aynı millete bir kaç yıl içerisinde uçak fabrikası kurdurması kadar ileri sıçramaların görebiliyoruz. Atılan adımların, mucizevi sonuçlarının önemini vurgulamak için yazıyorum; aynı şekilde, eski sistemde, kız bebekler iki yaşında evlendiriliyor iken, kadınların medeni haklarını, seçme ve seçilme haklarını, yobaz ve gerici diye tanımlanan aynı toplum içerisinde kazanmaları gibi ileri seviye adımları topluma attırabiliyor. 

 

Ata’mızın dayandığı kıymet, çok açık olarak kendi halkı ve onların fiilleridir, yani bu kendi aklıyla yaşayan, tartışabilen, üretebilen, insandır. Bu ayakları yere basan yapı ise müthiş bir isabetle ‘gençlere’ emanet edilmiştir. 

 

ree

 

Çünkü Cumhuriyeti gençler kurmuşlardı. Atatürk 1919’da Samsun'a çıktığında sadece ‘38’ yaşındaydı. Fikir arkadaşları hep ‘37-38’ yaşında gençlerdi. Lozan antlaşmasını imzaladığında İsmet İnönü onlardan da gençti. Kurtuluş savaşının komutanları 30’lu yaşlarındaydılar. Milli Mücadeleyi destekleyen sanatçıların çoğu, Ruşen Eşref, Falih Rıfkı, Yakup Kadri 25-30 yaşlarındaydılar. Cumhuriyeti, o yılların gençleri kurdu. “Biz kurduk onu yücelterek yaşatacak olan sizsiniz” diyerek, ulusun geleceğini, ‘genç nesillere’ emanet etmektedir.

 

Atatürk’ün, yenilmez bir komutan olmasına ülkesinin içine girdiği savaşlar, büyük bir devlet adamı olmasını yaşadığı siyaset ortamı, ileri bir devrimci olmasına yaşadığı hayat ve büyük bir eğitimci durumuna yükselmesi ise yurdun kültür sorunları etki etmişti. Cumhuriyetimizin kuruluşunun  102.yılında, Atamızı, kılıcı ile ulusunu kurtaran, kalemi ile de onu yükselten müstesna bir şahsiyet olarak ve kalbimizde en derin şükranlarla anmaya devam edeceğiz. Işığı seksenyedi yıldır yattığı yerden, sadece bizim değil tüm insanlığın önünü, hala aydınlatıyor. Ruhu Şad Olsun...

 

Barbaros Şenbak

Yurttaş Derneği Başkanı

 


[1] Kaynak: Tarihsel Bir Anı, Ömer L. Örnekol, Bilim ve Teknik, Tübitak Yayını, Kasım 1981, Sayı:180, Cilt:15, Sayfa:16

 
 
 

Yorumlar


bottom of page