top of page

10 KASIM

Dokuzu Beş Geçe!..

.

Sevgi, Saygı ve Minnetle Anıyoruz!...
Sevgi, Saygı ve Minnetle Anıyoruz!...

 

“İnsanlığın Büyük Evladı, Türk Milletinin Kurtarıcısı

Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 10 Kasım 1938 günü

saat dokuzu beş geçe terki hayat etmiştir.” 


Vatanın her köşesine gönderilen telgraflarda, Atamızın vefatını bu satırlarla duyurdular. Sanki hayat durdu... Gazeteler manşetlerinde onun öldüğünü duyurdular. Hastaydı zaten ama Yurttaşların kalbinde acıyla, gözlerden yaşlar akıyordu... Milli önderi, büyük öğretmeni... kurtarıcımızı... babamızı ‘Kaybetmiştik’!...

 

Halbukî, böyle mi dememiz gerekiyordu, yıllar boyu... Ama dedik... doğrusunu ise bir türlü diyemedik...

 

Neden ‘dokuzu beş geçe’ hem de bunun ötesinde onun ‘öldüğünü’, aslında hiç birimiz tam kalbimizde kavrayamadık!

 

Atamızın ölümüyle hatta özellikle saatiyle ilgili çok belirgin bir çaba harcanmasına rağmen, belki de onun kaybının yıkıcı üzüntüsüyle, görmemeyi mi tercih ettik. Halbuki neden dokuzu beş geçe öldüğü, büyüleyici ve incelikli bir noktadır çünkü hepimize itelenen yapay kültürlerin dışında, "dokuzu beş geçe ölmek" evrensel olarak kabul görmüş bir batı sembolü veya yabancı mitolojilerden gelmiyordu, bize de başka bir şey öğretmedikleri için olsa gerek farklı düşüncelere hatta kendi köken bilgilerimize kapalı bir eğitimden sonra, bunu nasıl fark edebilirdik ki? Halbuki O’nun dokuzu beş geçe ölmesi, tamamen bize ait, antik kültürümüzden çıkıp gelen, bir parça da sisli bir yansımasıyı içinde barındırıyor.

 

İlk söylememiz gereken, diğer kültürlerin aksine bizde ölüm yoktur ki!... Biz sadece öte aleme geçeriz! Büyük ihtimalle önemsenmemiş bir hata veya hatta unutulmuş bir ayrıntı dahi olsa, bu ‘ölüm’ fiili ağır bir kamuflaj işi görüp, zihnimizi de bulanıklaştırmaya yaramış anlaşılan. Ancak Türk ve Altay merkezli geleneklerde örtüşen birkaç anlam katmanını, izin verirseniz beraber takip edebiliriz. Bunu dikkatlice inceleyelim:

 

Neredeyse her antik numerolojik sistemde (Asya, Türk, Çin ve İslam mistisizmi), ‘9’, bir döngünün tamamlanma sayısı ve yeni bir döngünün başlamasından önceki andır.

 

Türk ve Orta Asya kozmolojisinde 3, 7 ve 9 gibi sayılar kutsal bir değere sahipti ancak kendi atalarımızın öz değerleri açısından ‘dokuz’un ayrıcalıklı bir yeri olduğunu biliyoruz. "Dokuz Oğuz" (Dokuz Kabile), "Dokuz Kat Gök" (Cennetin Dokuz Katmanı), "Dokuz Dal" (Kayın Ağacının Dokuz Dalı) hepsi doluluğu, tamamlanmayı ve evrenselliği ifade ediyordu. Dolayısıyla, "dokuzda ölmek" veya dokuza yakın bir zamanda ölmek, sembolik olarak dünyevi döngüsünün tamamlanmasıyla, kişinin ruhunun tam düzenine ulaştığı anda ayrılması anlamına gelir.

 

Dolayısıyla Numerolojik ve Zamansal Sembolizm açısından ‘9’, bir ‘Tamamlanma’, ‘Dönüş’ ve ‘Eşik’ manalarıyla var olmuştur.

 

Peki, ‘Beş Geçe’ ne manaya geliyor?

 

Orta Asya kamani ve kadim Türk inancında, 5 sayısı, insanla, inşa etmeyle ve yönlerle (kuzey, güney, doğu, batı ve merkez) bağlantılıydı. Merkez sembolizmasnda yerle göğü (kök ile yersub’u) birbirine bağlayan, oldukça önemli bir sembolizmdir ve efsaneye göre Tanrı önce gökleri daha sonra da katman katman aşağı âlemleri bu merkez eksende yaratmıştı. Yıldızlar bu merkezin etrafında döner, güneş ve ay bu merkezin eksenini kollayarak hareket ederdi. Ayrıca, Türk Asya kozmolojisinin antik kökenlerinde ‘5’, beş elemente (Hava, ateş, toprak, demir, su) yani maddi dünyanın dengesine de karşılık gelir.

 

Dolayısıyla "beş geçe" demek, maddi düzenin ötesine, öte âlemde ruh dünyasına geçişi simgeler. Bu, dünyevi işin tamamlandığını anlatır ve ruhun öte alemdeki yolculuğuna başladığı andır.

 

Sufizm ve etkilendiği Asya mistik düşüncesinde ‘zaman’ hiçbir şekilde doğrusal olmamıştır, döngüsel ve semboliktir. Günün saatleri, bilinç aşamalarını veya ışık derecelerini yansıtır. Saat 9, güneşin doğduğu, görünmeyenin artık görünür olduğu bir girişi simgeler, her yeniliğin, sonsuz potansiyalin ve yeni günün başlangıcıdır. Tanara’nın kalbi, kutsal Tan yeridir. Dokuzu beş geçe, ışığın karanlıkları yenerek ortaya çıktığı ve görünmeyen karanlık âlemlerin sonunu temsil eden eşiğin, hemen ötesidir.

 

Gece genellikle tamamlanma ve ruhun hesaplaşmasını simgeleyen batan güneşle ilişkilendirilirken, sabahın dokuzu, doğumun ve yeni hayatın sembolüdür. Tıpkı ‘Kabristan’ kelimesindeki gibidir, bizim mezarlık diye baktığımız (ka-bir-is-tan) bu özel yer ismi ‘ka’ ile bir olabilen ruhların doğduğu yerdir. Dokuzuncu saatten sonraki an, ruhun zamanın ötesine attığı ilk adımı temsil eder.

 

Eski Türk kamlığında Zaman ve yönün kutsal karşılıkları vardı. Doğan güneşle bağlantılı olan Doğu, kutlu doğum ve dönüşümün kapısıyken; "dokuz", ruhun ölümden sonra yükseldiği dokuz göğe karşılık geliyordu. "Beş" ise o kişinin geride bıraktığı insani ve dünyevi bütünlüğü simgeliyordu. Kamani bir metaforda:

 

"Dokuzu beş geçe öte âleme geçmenin" mânası, dokuz gök (tamamlanma yolu) açıldıktan sonra dünyevi bedeni (beş) terk etmek anlamına gelirdi.

 

Daha derin Türk ve Asya kozmolojik köklerimizde, dokuz sayısı, boynuzla ilişkilendirilmişti, Oğuz Kağan çift boynuzlu miğfer giyerdi.  Umay Ana üç boynuzlu şapkasıyla heykeli yapılmıştı. Bu boynuzun geniş kısmı hayatın ve dünyanın tüm bilinmesi gerekenleri simgelerken, kendini aştıkça boynuzda yükselmeyi ve yükseldikçe bilinmesi gerekenlerin azaldığını ama bilgeliğin derecesinin yükseldiğini ve en son noktada artık Tek Tanrı’yı bulmak kalırdı ki bu boynuzun en sivri ucunu işaret ederdi. Bu şekilde bilgeliği inşa edenler, boynuzun en geniş yerini madde bilgisine verirken bunu aşağıda konumlandırmışlar ve yüce Tanrı’yı bilmeyi ise en üstte yerleştirmişlerdi. Yani 9:05,  "doruk noktasından hemen sonraki dönüşüm", tamlıktan aşkınlığa geçişti.

 

Dolayısıyla "dokuzu beş geçe ölmek" tüm bu birbirine yakın ancak farklılıkları da olan tanımları harmanladığımız durumda şu çıkarımı yapabiliriz:

 

“Atamız, dünyevi düzenini mükemmel bir hale getirip tamamladıktan hemen sonra, maddeyi (5) terk ederk, öte âlem (9) eşiğini geçmek için ayrılmıştı.”

 

"Saat dokuzu beş geçe ölmek" bam başka bir şey. Ulu Önderimizin ise dokuz göğün açıldığı ve beş katman bedenin çözüldüğü, ruhunun zamandan ayrılıp, Tanrı'nin ebedi âlemine katıldığı ‘Tamamlanma Kapısı'ndan öte âleme doğduğu andı!...

 

Bu durumda bizlere düşen, onun gerçekten ‘öldüğü’ ve ‘yok olduğu’ propagandasına yenik düşmemektir. Onun mirasını kaldığı yerden devam ettirebilmeliyiz yani en başta İyi Bir Yurttaş olmalıyız. Verilmesi gereken mücadelelere kendimizi kalbi ve fikri zeminlerde hazırlamalıyız ve gereken çabayı göstermeliyiz.

 

O halde, onun geçişinin 87.yılında artık doğru cümleyi kuralım:

 

Büyük Atatürk 10 Kasım 1938’de

saat dokuzu beş geçe,

gözlerini ebedi yaşama açmıştır!...

 

Barbaros Şenbak

Yurttaş Derneği Başkanı



Yorumlar


bottom of page